Müzikte Karşılaşmalar

Kuşku, Paranoya ve Direnç
Yapay zeka, biyokimya, algoritmik hesaplamalar ve makine öğrenmesi gibi yeni teknolojilerin şafağında, insanlık için yeni bir gelecek ufukta belirmiş durumda. Bu senaryolar ışığında, türümüzün olası geleceğini sorguluyoruz.
Yapay zekanın çağı; insan becerilerinin yerini daha hızlı ve daha kesin sonuçlarla alan makinelerin yükselişi… Böyle bir çağda, insanın rolü nedir? Gelecekte bize düşen işlev ne olabilir?
Bizi hâlâ benzersiz ya da anlamlı kılan temel nitelikler hangileri?
İşte bu noktada devreye giriyor: Direnç.
Ve onunla birlikte: Kuşku.
Çünkü insan, yalnızca çözüm bulan değil, aynı zamanda sorgulayan, anlam arayan ve gerektiğinde direnç gösteren bir varlıktır. Belki de bizi geleceğe taşıyacak olan şey, tam da bu soruların kendisidir.
Tüm büyük yaratıcıların, ister bilim insanı, ister besteci, ister yazar olsun, yaptıklarında daima güçlü bir öz-eleştiri vardır. Bu sorgulayıcı zihin, yaratımın ayrılmaz bir parçasıdır.
Aynı şekilde, direnme fikri de insana özgü temel bir refleks olarak öne çıkar. İnsan, her zaman otoriteye boyun eğmez; sorgular, itiraz eder, farklı bir yol arar.
“Refusal of Solid” kavramı, bize tam da bunu hatırlatmak için var:
Sürekli kuşku duymayı, sürekli direnç göstermeyi…
Bu duruş, bizi insan yapan şeyle yakından ilişkilidir.
Çünkü zihnimiz bir algoritma gibi işlemez.
Verilenlerden sadece öngörü üretmez;
bazen belirsizliğe rağmen düşünür, eksik bilgiyle hayal kurar, mevcut verilerin ötesine geçer.
İşte bu yüzden, kuşku ve direnç, yalnızca bir tepki değil; aynı zamanda insan olmanın bir biçimidir.
Öte yandan; iletişimden eğitime, finanstan gündelik yaşama kadar birçok sistemin yapısal işleyişi, giderek makineleşmiş bir karaktere bürünüyor. Her ne kadar bu sistemler insanlar tarafından inşa edilmiş olsa da, artık insan yetilerini büyük ölçüde geride bırakmış durumda. Bu da, insan müdahalesinin gitgide gereksizleştiği bir geleceği gündeme taşıyor.
Burada yeniden bir varoluşsal soruyla karşı karşıyayız:
Gelecekte insan hizmetlerine ne kadar ihtiyaç duyulacak?
Yoksa kurduğumuz sistem, insan müdahalesine duyulan gereksinimi tamamen ortadan mı kaldıracak?
Yapay zekânın insanlık için nasıl bir gelecek şekillendireceği, bugün belki de en büyük sorulardan biri.
Bu noktada, Henri Lefebvre’in, Marx ve Engels’in “altyapı–üstyapı” ilişkisiyle toplumsal dinamikleri açıklama girişimine yönelttiği eleştiriyi hatırlamak anlamlı olabilir. Lefebvre, bu yaklaşımı yetersiz bulur; çünkü toplumu yalnızca üretim ilişkileri üzerinden tanımlamak, insan deneyimini ve mekânsal çeşitliliği göz ardı eder.


Aynı zamanda August Halm müziği iki kültürde inceler; melodik olanı Bach'ın füglerinde, armonik olanı ise Beethoven'da. Halm, üçüncü bir yer olduğunu öne sürer ve bunu Bruckner'de tanımlar. Von zwei Kulturen der Musik'te Halm iki tarihi müzik kültürünü tanımlar, bunları diyalektik olarak karşılaştırır ve aralarındaki sentezi belirler. İlk kültür -melodi- Bach'ın fügleri ile örneklendirilir. İkinci kültür -ahenk- Beethoven'ın sonat formundaki eserleriyle örneklendirilmiştir. Halm, bir sonraki kitabı Die Symphonie'nin konusu olan Bruckner'in senfonilerinde önceki ikisini birleştiren üçüncü bir kültürün ortaya çıktığına inanıyordu.
Anton Bruckners (1914).
Müzik ve toplumun karşılıklı ilişkisi teknolojide belirginleşir. Açılımları, üstyapı ve altyapı arasındaki üçüncül karşılaştırmalardır. Bireysel bir psikoloji olarak, toplumsal bir ego ideali olarak teknolojiyle özdeşleşme mekanizması direnci çağrıştırır ve direnç yalnızca özgünlüğü yaratacaktır.
Sf.47 Adorno'nun Beethoven üzerine notlarından
Bir sonraki çalışma ortamının harmoniği...
Çalışma ortamının geçici niteliklerine ilişkin bir temanın, daha iyi iş yapmamızı sağlayacak yeni ve merak uyandıran konuları ele almak için tartışılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. İşyeri temelde bir performans mekanıdır, sadece bu basit tanımla, bir “sahne”, bir “agora” veya bir toplumun performans sergilemek ve performansı gözlemlemek için bir araya geldiği, ancak birlikte bir şeyler yapmanın kültürel bağlantısında bulunan antik tiyatroya birçok benzetme yapılabilir.
Silence and Light
Hayal ettiğimiz şey, bir mekanı ve o mekanda yaşayan insanlarla kurduğu ilişkiyi tanımlamanın zamansız bir yolu aslında. Soyut bir mekândan yaşanılan bir yere geçişte, o alanın kendine özgü niteliklerini belirleyen düzenlemeler, onu benzersiz kılan şeyin ta kendisi.
Ve içine yerleştirdiğimiz mobilyaları, tıpkı işimizi yaparken bize eşlik eden enstrümanlar gibi düşündüğümüzde, bu elemanları mekânın ikinci derisi, hatta insanla temas kuran bir arayüz olarak görebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, mekânla kurulan diyalog ve insan bedeninin fizyolojisiyle olan ilişki büyük önem taşır. Ancak bu çerçeveden objeleri ele aldığımızda, ofis mobilyası endüstrisinin yarattığı, tekrara düşen dilin dışına çıkabiliriz.
Bu noktada artık yüzeyler, hacimler, sesler ve ışıkların dünyasına adım atıyoruz. Tasarladığımız objelere katkı sağlayan bu unsurlar, aslında neyi tasarlayabileceğimizi şekillendiren temel nitelikler. Ancak bu katkılar, daha çok bir sanatçının soyut diliyle; yer, zaman ve hareket halindeki beden üzerinden anlam buluyor

Bu bakış açısıyla, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde farklı işler yapan insanların beden duruşlarını konuşmaya başlayabiliriz. Soruları bu perspektiften sormak ise bizi özgürleştirir; bir masanın ne olduğu, bir kanepenin nasıl görünmesi gerektiği, bir sehpanın, dolabın ne işe yaradığı gibi ön kabullerin ötesine geçmemizi sağlar. Böylece oranlar, formlar, malzemeler açısından daha serbest bir alanda hareket edebilir, bildiğimiz işleri yapmak için yeni olanakları araştırabiliriz.
İnsanlar oturacak, yazacak, bir tablet ya da ekrana bakacak; bir şeyler içecek, sohbet edecek, tartışacak, buluşacak, birlikte çalışacak, flört edecek ya da kısa bir süreliğine yalnız kalmak, zihnini ve ruhunu dinlendirmek isteyecek. Bazen odaklanmak, bazen de sadece zihinsel bir arınma için... Tüm bunlar, sonrasında çok daha nitelikli bir çalışmayı mümkün kılacak.
Bu yüzden baktığımız yer; bir ofise, bir otele, bir kafeye, bir tiyatroya ya da bir tapınağa benziyor ama aynı zamanda bunların hiçbirine tam anlamıyla uymuyor.
Tüm bu konuşmalar ışığında, aslında birlikte çalışabileceğimiz objeleri tasarlamakla ilgileniyoruz. Onların tanımlarını ilerleyen diyaloglarda birlikte geliştirebiliriz. Ancak çıkış noktamız, standart odalara uymaya çalışan değil, açık manzaralara oranlanarak tasarlanmış mobilyalar üretmek. Bu da bize oranlar, biçimler ve çeşitlilik açısından daha zengin bir ifade özgürlüğü sunuyor.
Müzikte Karşılaşmalar
Vizyonumuz