8/17

Kendiliğinden Düzenlenen Çalışma Alanı

Kendiliğinden Düzenlenen Çalışma Alanı

Yeni milenyumun başından bu yana, çalışma alanlarının evrimi çok sayıda disiplinin merceği altına girdi. Bu incelemelerin büyük çoğunluğu, mekânsal düzenlemelerin insan bedeni ve zihni üzerindeki etkilerine odaklanıyor.

Bu çalışmaların pek çoğu, günümüzün önemli politik ve ekonomik kırılmalarıyla örtüşen gözlemler sunsa da; toplum ve kültürün iç içe gelişimini temel alan antropolojik bir yöntem açısından hâlâ net bir çerçeveye oturtulmuş değil.

Çağımızın sosyal ve davranışsal belirtilerine bakıldığında, gelişmiş iletişim teknolojileri ve dijital platformlarla birlikte hiyerarşik yapıların merkezinde bir bulanıklık ortaya çıkıyor. Edward Said, kültürlerin nasıl işlediğine dair tanımıyla bu toplumsal etkiyi sorgular.

“…Ama kültürler birbirinin aynısı değildir. Resmî bir kültür vardır: din adamlarının, akademisyenlerin ve devletin kültürü. Bu kültür; yurtseverliğin, sadakatin, sınırların ve benim 'aitlik' olarak tanımladığım olgunun tanımlarını üretir. Tüm toplum adına konuşan da bu resmî kültürdür.’’

Buna karşılık, ana akımın ya da resmî kültürün dışında kalan, ondan sapan, alternatif, heterodoks damarlar da mevcuttur. Bu akımlar çoğu zaman otorite karşıtı temalar içerir ve resmî kültürle rekabet hâlindedir. Bunlara karşı kültür demek gerekir. Bu kültür; yoksullar, göçmenler, sanatçı bohemler, işçiler, isyancılar ve sanatçılar gibi toplumun ‘dışarıda’ kalan kesimlerinin pratikleriyle biçimlenir.

Karşı kültürden; otoritenin eleştirisi ve resmî ile ortodoks olanın sorgulanması doğar. Hiçbir kültür, bu karşıt alanın yarattığı yaratıcı tahrikten, bu sürekli rahatsızlık hâlinden yoksun bir şekilde anlaşılamaz.

Her kültürün içinde var olan bu huzursuzluğu göz ardı etmek ve kültür ile kimlik arasında tam bir örtüşme olduğunu varsaymak, kültürün yaşamsal ve verimli yönünü ıskalamaktır.”

Kültür ve kimliğin yeni bir okumaya tabi tutulması, toplumların, şehirlerin ve nihayetinde dünyanın nasıl organize edileceğine dair alternatif yönetim yöntemlerine yol açar. Bir tarafta, köklü bir şekilde merkezileşmiş düşünce hâlâ pek çok sosyal sorunun başlıca nedeni olarak varlığını sürdürmekte, özellikle gelir eşitsizliği gibi sorunlar bunun yansımasıdır. Diğer tarafta ise, desantralize yapılar bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu yapılar, “lider” ya da “önde gelen bir şef” yerine, kendisini organize edebilen ve yönetimi temsilciler aracılığıyla destekleyen modelleri benimsemektedir.

Umberto Eco, Açık Eser adlı eserinde, bu sürecin gelişimini analiz ederken, “Seri Düşünce” terimini vurgulamaktadır. Bu bağlamda, klasik yapısal düşünce biçimleri ile açık eser düşünce biçimi arasındaki temel farkları tanımlar.

Yapısal Düşünce ile, adresleyen ve alıcı arasında önceden belirlenmiş kodlar ve kurallar vardır ve tüm iletişim modeli bu varsayım etrafında döner. Bu varsayımdan yola çıkarak, tüm kodlar yalnızca önceden belirlenmiş kodlardan türetilebilir, yani tüm dilsel ve kültürel iletişimin temel kodu olan “Birincil Kod”, “Ur Kod”dan.

Diğer taraftan, Seri Düşünce ve “Açık Eser”de; ana yapıyı oluşturan “birincil kod” her tekil mesajda sorgulanır ve her eser, her görev, kendi nedenlerini ve şiirsel bahanelerini yaratır.

Bu şekilde, önceki sistemlerin ya da bu sistemler tarafından tanımlanan sınırların ötesine geçmek mümkün olur. Bu düşünce tarzı, olasılıkların platformu olarak işlev görür ve çoklu sonuçlar elde edebilecek bir form yaratır.

Seri düşünce, her adımda aynı eskimiş yapılarla karşılaşmak yerine yeniyi yaratmaya ve beklenmeyenle karşılaşmaya değer verir. Sonuç olarak, “Birincil Kod”dan, Ur Kod’dan sistematik olarak türetilen kodlarını temel alan yapısalcı yaklaşım, bu yeni sistemde karşılık bulamaz.

Bu yapısal analiz, içinde yaşadığımız çağın dilini anlamak için hayati önem taşır. Yeni yapının teorik farklarını kavradığımızda, çağımızın tüm ifade biçimlerini—ister müzik, ister edebiyat, sanat, mimari ve tasarım—daha iyi anlayabiliriz. Sosyal yapılardaki organizasyonel olasılıkları daha iyi öngörebilir ve şehirlerin yeni organizasyonel dinamiklerini tanıyabiliriz.

Tüm bu görüşler ışığında, geleceğin çalışma alanlarını değerlendirmek ve önümüzde beliren farklı olanakları bambaşka bir bakış açısıyla modellemek büyük önem taşıyor. Eğer çalışma mekânlarının kurgusunu yalnızca dekoratif bir unsur olarak değil, içinde bulunduğumuz çağı anlama çabası olarak ele alırsak, alışılmışın dışında sorular sormak mümkün hale gelebilir.

Geleceğin çalışma mekânı, 18. ve 19. yüzyıl kentlerinde olduğu gibi, merkeziyetçi bir yaklaşımla tek bir “usta planlayıcı” tarafından mı tasarlanmalı, yoksa çalışanların ya da en azından onların seçilmiş temsilcilerinin aktif katılımıyla yeniden kurgulanabilecek açık bir yapıda mı ele alınmalı?

Her kurgu ya da çözüm ne kadar kesin ve mutlak olmalı, ya da zamanla gelişmeye açık bir biçimde mi tasarlanmalı?

İnsanların deneyimlerinden, düşüncelerinden, hatta hayallerinden beslenerek dönüşebilecek, zamana açık, evrilebilir sistemler tasarlamak mümkün mü?

Bu sorular, modern çalışma ortamının sorunlarına birden çok açıdan yaklaşabilmemizi sağlayacak yeni yolları tetiklemeyi ve sürece dâhil olan herkesi çözüm sürecine etkin bir biçimde katılmaya davet ediyor. Ortak yaratım süreci, bizi hem bu soruları sormaya hem de insan zihninin ve ruhunun çalışma ortamındaki keşfedilmemiş alanlarına doğru daha ilginç yolculuklara çıkmaya teşvik ediyor.

Kendiliğinden Düzenlenen Çalışma Alanı

Star ClusterÖnceki sayfaya geri dönün

Vizyonumuz

Build Around Life

Koleksiyon logo Icon

İletişimde kalın

Koleksiyon’a dair her tür haber, bilgi için bültenimize kaydolabilirsiniz.

Aranıyor...