Düzensizliğin Büyüleyici Doğası

Yirminci yüzyılın başlarında teknolojinin galip gelmesiyle birlikte Modernist düşünce makine estetiğini yüceltmiş, ilerleme coşkusuna kapılmıştır. Sonuç olarak “en yüksek verimlilik” ütopyası sadece her nesneyi kullanışlı bir araca dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda insan performansını bir aygıt olarak görmeye başladı.
Artık mobil teknolojinin ve araçların yükselişiyle masa başında değil, üretkenliğe ve konfora elverişli bir işyeri arıyoruz. Doğal ışığa ve yeşilliğe daha fazla erişim, asansörler yerine yürümeyi teşvik eden ofisler ve çalışan refahının sağlanması işyerlerindeki en önemli önceliğimizdir.
Matthew Shang, HASSELL


Günümüzde çalışma mekânları hâlâ büyük ölçüde, operasyonel başarısındaki verimlilik üzerinden yargılanıyor. Ofis mobilyalarının tasarımı ve planlaması da bu anlayıştan bütünüyle bağımsız değil. Daha iyi bir çalışma ortamı arayışında, tasarımcılar ve mühendisler insanların yaşamını kolaylaştıracak pek çok çözüm üretti; insan bedenine uyum sağlayan ayarlanabilir masalar, ekstra ergonomik çalışma sandalyeleri gibi. Tüm bunlar günlük hayatımıza pratiklik kazandırsa da, insan bedeninin doğasında var olan hareket kapasitesini köreltebiliyor.
Oysa kendimize hatırlatmamız gereken şey şu ki, doğada hiçbir şey insan ya da hayvan bedenine göre şekillenmez; aksine bedenler, değişen topografyalara kendilerini uydurur. Bu uyum süreci, organizmaları aktif tutan temel mekanizmadır. Ve bedenler tam da bu uyum sayesinde hareket hâlindedir; doğanın zengin topografyasında yer değiştirir, farklı zamanlarda farklı pozisyonlara adapte olur.
“Düzensizliğin Büyüleyici Doğası” temasıyla, içinde farklı yüksekliklerde çalışmaya olanak tanıyan bir iş habitatı öneriyoruz. Kimi zaman bar tipi bir masanın etrafında ayakta durarak, kimi zaman klasik bir masada sandalyede oturarak, kimi zamansa kişisel bir koltukta oturup alçak bir sehpayı çalışma yüzeyi olarak kullanarak... Her biri bedenden farklı pozisyonlar talep eden bu çeşitlilik, ergonomik “doğru”yu iddia etmiyor; asıl mesele bu pozisyonların birlikte var olması.
Doğal ortamların bir diğer ayırt edici özelliği de, canlıların içinde yaşadığı kaotik düzendir. Bu durum, modern ofis düzenlerinin klasik planlamalarıyla keskin bir karşıtlık içindedir. Çizgiler hâlinde sıralanmış masalar ve ortogonal düzende planlanan çalışma istasyonları, esasen sanayi devriminin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Bu düzenleme, dönemin otomasyona bağlı işleri için işe yaramış olabilir; ancak bugün içinde yaşadığımız dünya düşünüldüğünde neredeyse tamamen geçerliliğini yitirmiştir. Aynı problem, klasik eğitim programlarının başlangıcından bu yana değişmeyen, sıralı oturma düzenine sahip tipik derslik planlarında da görülmektedir. Bu sistem, dönemin sanayi düzenine birey yetiştirmek amacıyla tasarlanmıştı.
Son 150 yılda ulaşım ve iletişim teknolojilerinde yaşanan büyük sıçrama göz önüne alındığında, dersliklerin ve iş yerlerinin bu ölçüde dönüşmemiş olması oldukça şaşırtıcı. İç mekânlara dair yüzeysel, modern görünümlü müdahaleleri bir kenara bırakırsak, kişi başına eşit şekilde dağıtılmış çalışma yüzeylerinden oluşan homojen düzen, herkesin aynı şekilde düşündüğü, davrandığı ve çalıştığı varsayımına dayanıyor. Oysa her bireyi aynı kalıba sokmak ve herkesten aynı tutumla üretim yapmasını beklemek, yalnızca eğitim ortamlarında değil, iş yerlerinde de başarısızlığa mahkûmdur.

“Kendi Kendini Örgütleyen Çalışma Alanı” tematik yaklaşımı doğrultusunda amaç, insanları alternatif duruşlar ve hatta beklenmedik karşılaşma dizileri aracılığıyla bir araya getirmek; her bireyin, ekibin ya da departmanın niteliklerini besleyen bir çalışma ortamında fikirlerin tetiklenmesini sağlamaktır. İletişim kadar izolasyona da alan açan alternatif noktalar, çalışma planı içerisinde dağınık ve düzensiz—yani ortogonal olmayan—bir tarzda yerleştirilmiştir. Bu da kişinin her gün aynı yere yerleşmesinden ziyade, çevrede dolaşma isteğini tetikleyen bir yapı oluşturur; isterseniz Kafkaesk bir anlamda bile diyebiliriz.
Kuru tanımlardan uzaklaşmak, her katılımcı için heyecan ve hayal gücünü canlandırmak adına, bu temaları daha metaforik bir düzlemde ele almamıza yardımcı olacak bir felsefeyi öneriyoruz.
Dérive teorisi ilk kez 1958 yılının Aralık ayında, Internationale Situationniste dergisinin ikinci sayısında yayımlanmıştır. Dérive, Baudelaire’den bu yana rasyonalizme karşı her avangard hareketin tutkusu olan flanerie (rastlantısal dolaşım) kavramının Situationist yorumu olarak tanımlanabilir. Aynı zamanda Situationist’lerin kentleşme ve psikocoğrafya ile olan ilgisini de açığa vurur. Guy Debord, 1957 yılında Situationist Paris Map’i yayımlar: Çıplak Şehir. Paris şehir haritasından kesilip bir araya getirilmiş 19 parçadan oluşan bu kolaj, kentin rasyonalist, işlevsel ve yönlendirici niteliğini; arzuya, tutkulara, deneysel davranışlara, toplumsal hareketlere, oyunbaz yaratıcılığa—kısacası sanata ve şiire—teslim eder. Bu Çıplak Şehir, dérive’in imgesidir.


Düzensizliğin Büyüleyici Doğası
Vizyonumuz